6 Şubat günü yaşanan iki büyük depremde hayatını yitirenlerin sayısı 50 bine yaklaşıyor.
Depremden sonra yaşanılanlar ise tam bir iş bilmezlik, eşgüdümsüzlük ve liyakatsizlik örneği olarak tarihte yerini alacaktır. Yaşanan olaylar, 17 Ağustos 1999 Marmara depreminden gerekli dersleri çıkaramadığımızı ve önlem alamadığımızı tüm açıklığıyla göstermektedir. Eğer ovaları imara açarsak, sık sık imar afları çıkarırsak ve gerekli yapı denetimlerini yapmazsak, depremde hayatını yitirenlere ‘kader’ deyip geçmekten başka bir şey yapamayız.
Ülkemiz uzun yıllardan beri bağnaz yöneticilerin elinde bilim toplumu olamadığı için, deprem, sel, orman yangını gibi afetleri kadercilikle geçiştirmekteyiz. Üzerinden biraz zaman geçince Kahramanmaraş depremi de unutulacaktır. Zaten her olayı çok çabuk unutan bir toplum, yine televizyon dizileriyle uyutulacak, uyuşturulacaktır.
Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Bedri Gençer, kişisel sosyal medya hesabından yaptığı paylaşım ile 24 Ocak 2020 Cuma akşamı Elazığ depreminin nedenini çocuk yaştaki evliliklerin yasaklanmasına bağlamıştı. Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi, Fen Fakültesi, Fizik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali İhsan Göker, 10 kentte yıkıma neden olan iki büyük depremin ardından sosyal medya hesabından şöyle bir paylaşımda bulundu: “Deprem veya binalar öldürmez, Allah öldürür. O da eceli geleni. Depremde ölenler aynı anda Mars'ta bile olsalar yine öleceklerdi. Ölüm mekâna değil zamana bağlıdır.” Böyle akademisyen müsveddelerine gerekli tepkiyi vermeyen toplumlar, bilim yerine kaderciliğe sarılır ve ortaçağın karanlığına doğru yol alırlar. Türkiye Uzay Ajansı Başkanı Serdar Hüseyin Yıldırım, 2022 yılında yaptığı bir konuşmada; “Titanyum alaşımlı 10 metre çubukları uzaydan dünyaya istediği hedefe gönderebilen savaşçı uydular var. Bu çubuklar yerin 5 kilometre derinliğine nüfus ederek 7-8 şiddetinde deprem yaratıyor. Bunları tespit etmek de mümkün değil” demişti. Bilim dışı bu kafalar, uzaya üç şeritli otoyol da yapar, hızlı tren hattı da yapar. Devletin tüm kurumlarına ilahiyatçı atamaya doymayanların mimarlık fakültesine, ilahiyatçı bir profesörü dekan olarak atamaları, sadece bizim gibi geri bırakılan toplumlarda görülür ve böylece depremlere kader diyerek sessiz kalırız.
Kahramanmaraş depreminde ailesini yitiren ve korumasız duruma gelen çocuklara yönelik etkili bir takip mekanizmasının kurulamaması da üzücüdür. Bu çocukları devlet kurumları dışında, tarikat ve cemaatlerin aldığı duyumu gelmektedir. Buradan yola çıkılarak “depremzede çocuklar evlat edinilebilir mi?” sorusuna Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun verdiği yanıt insanlığımızdan utanmamıza neden olmaktadır: “Dinimizde kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte hukukî birtakım sonuçlar doğuran bir evlatlık müessesi kabul edilmiş değildir. Buna göre, evlat edinenle evlatlık arasındaki bu ilişki sebebiyle bir evlenme engeli doğmadığı gibi, evlatlığın kendi öz anne babasının yerine evlat edinenlerin soyuna kaydedilmesi de caiz değildir. Evlatlık çocuklara vasiyet yoluyla mal bırakılabildiği ancak mirasçılık konusunun söz konusu değildir.” Sosyal medyadaki tepkiler üzerine bir süre sonra Din İşleri Yüksek Kurulu’nun sitesindeki depremle ilgili soru ve yanıtların yer aldığı sayfada “Depremzede çocuklar evlat edinilebilir mi?” sorusu ve yanıtı çıkarıldı. Bu açıklamanın Medeni Kanun’un kabulünün 97. yıldönümü olan 17 Şubat günü yapılması, üzerinde dikkatle durulması gereken bir konudur.
Laik rejimlerde hukuk kuralları uygulanır ve dini etkiden uzaktır. Din İşleri Yüksek Kurulu’nun bu konudaki verdiği yanıt, anayasanın laiklik ilkesine ve pozitif hukukumuza aykırıdır. Medeni Kanun'un 129. maddesinin 3. fıkrası evlat edinen ile evlatlığın evlenmesini yasaklamaktadır. 500. maddesi ise açıkça evlatlığın, evlat edinene kanuni mirasçı olacağını öngörmektedir. Buna göre Diyanet İşleri Başkanlığı, sınırını çok aşmaktadır ve suç işlemektedir. Ancak “laikliğin tehlikede olmadığı” öngörülen bir toplumda, fetva adıyla açıklanan sapık görüşlere siyasilerden tepki gelmemesi de düşündürücüdür.
Bu depremi “asrın felaketi” olarak adlandıran siyasi iktidara, yandaş medya da destek vererek, birlikte ortak bir bağış kampanyası düzenlediler ve şov yaparak, bizlerden aldıklarını bize vererek, milyarlar topladılar. Marmara depreminde toplanan paraların yol yapımına harcandığı düşünülünce, şimdi toplanan paraların nerede kullanılacağı belirsizdir. Bütün bu yaşananlar ve olaylar bir araya gelince, 20 yıldır ülkemizi yöneten siyasi iktidarın ‘asrın felaketi’ olarak adlandırmak yanlış sayılmaz.
Televizyonların canlı yayınlarında yapılan arama-kurtarma çalışmaları sonunda enkaz altından günler sonra sağ olarak çıkarılan insanlar, mucize olarak sunuluyor. Mucize sözcüğü toplumu kaderciliğe alıştırıp, sorgulama yapmaması için oluşturulan bir algı operasyonudur. Mucize sözcüğüne sarılıp, depremle ilgili önemli bilgilerin konuşulması savuşturulmaktadır. Toplumun çoğunluğunun deprem sırasında ne yapacağıyla ilgili bir bilgisi yoktur, enkaz altında nasıl hayatta kalınabileceği gibi birçok bilgiden de yoksundur. Toplumu bilinçlendirmek yerine, kadercilikle avutmak en kolay yoldur ve bu yol siyasilerin de işine gelmektedir.
Yaşadığımız günler trajikomik bir durumdur. Birisi “evlatlıkla nikâh caiz” derken, diğeri “anayasa ne ki, ayet değil sonuçta” der. Başka birisi de “kusura bakmayın, biz İstanbul depremine hazırlandık” diyerek, toplumla dalga geçer. ‘Asrın felaketi’ olan bu siyasi iktidar, görevde kaldığı sürece daha nelere tanıklık edeceğiz?
Azim ve Karar, 20 Şubat 2023.