Ülkemizi karanlıklara sokan 12 Eylül 1980 darbesi iki bölümde incelenmelidir. Birincisi, Türkiye’yi 12 Eylül 1980 darbesine getiren süreç, ikincisi ise 12 Eylül 1980 darbesi olduktan sonra, sözde demokrasiye geçene kadar olan süreç.
Türkiye’yi 12 Eylül 1980 darbesine götüren süreçte, o günlerin hükümetlerinin, bürokratlarının, üst düzey subaylarının, siyasetçilerinin, siyasi partilerinin de kusurunun olduğu bilinmelidir. Büyük katliamların, sürekli sokak çatışmalarının, ölümlerin, yaralanmaların, siyasi cinayetlerin olduğu bir ortamda altı ay cumhurbaşkanı seçemeyen bir parlamentonun varlığı herkesi rahatsız etmekteydi. Ekonomik sıkıntılara, siyasi istikrarsızlık eklenince halkın büyük çoğunluğu askerlerin müdahale etmesini ister duruma gelmişti.
Böyle bir süreçte ve birçok ilde sıkıyönetim varken, 12 Eylül 1980 sabahı, düğmeye basılmış gibi bütün toplumsal olaylar aniden sona ermiş, çatışmalar durmuş, siyasi cinayetler bitmişti. Ekonomi yine belirsiz ve kırılgandı, toplum sefalete sürüklenmişti. Bu karanlık dönemde ülkemizde uygulanan faşist yönetim sonucunda ortaya korkunç veriler çıkmıştır. 650.000 kişi gözaltına alındı, 1.700.000 kişi fişlendi, 230.000 kişi yargılandı, 250.000 kişi işkence gördü, 50 kişi idam edildi, 45.000 kişiye çeşitli hapis cezaları verildi, cezaevlerinde 300 kişi kuşkulu şekilde öldü, 170 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 14.000 kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 390.000 kişiye pasaport verilmedi, 30.000 kişi yurtdışına kaçtı, 23.700 derneğin etkinlikleri yasaklandı, 4.900 kamu görevlisinin işine son verildi. 930 yayın, 190 film yasaklandı, 40 ton gazete, dergi ve kitap yakılarak yok edildi, gazetelere 300 gün yayın yapmama cezası verildi.
12 Eylül 1980 askeri darbesinden 30 yıl sonra, 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan halk oylamasında takkeli anayasa değişikliği sonucunda yargı ele geçirilmiştir. Fethullah Gülen’in “ölüleri de mezardan çıkarın, oy versinler” dediği halk oylamasında, düzmece maddelerle toplum kandırıldı ve yargı Fethullah Gülen cemaatine teslim edildi. Yani sivil darbe yapıldı. Ülkemiz, her geçen gün yeni yeni sivil darbelere tanıklık etmektedir. Özellikle 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan halk oylamasında da mühürsüz oylarla rejimin değiştirilmesi tam anlamıyla bir sivil darbedir. Günümüzde siyasi iktidar sık sık askeri vesayete son verdik derken, sivil vesayeti dayatmaktadır.
Eğer askeri ya da sivil darbe olmasın diyorsak, o darbeleri hazırlayan koşulların da oluşmaması için gereğinin yapılması gerekir; öncelikle hukuka bağlı kalmalıyız. Sivil yönetimler tarafından hukuk katledilince ve sonuçta demokrasi ağır yara alınca askeri darbe geliyor. Ancak bugün 12 Eylül faşizmi, sivil olarak devam etmektedir.
12 Eylül 1980 darbesinin ürünü 1982 Anayasası, %93 evet oyuyla kabul edilmiştir. Bu anayasa ile sermayenin ve dincilerin sisteme egemen olmalarının yolu açılmıştır. Liberal ekonomi benimsenerek, sosyal devlet ilkesi ortadan kaldırılmıştır. 1982 Anayasası’nın 177 maddesinin 134’ü değiştirilmiş, üç kez referandum yapılmıştır. Yıllardan beri ‘sivil anayasa’ söylemiyle ortaya çıkarak birkaç kez girişimde bulunan siyasi iktidar, 14 Mayıs seçimlerinden sonra hızlı bir şekilde düğmeye basmıştır.
12 Eylül askeri darbesinin 43. yılında düzenlenen ‘1982 Yerine 2023 Anayasası Sempozyumu’nda konuşan AKP genel başkanı Tayyip Erdoğan yeni anayasada ‘çeşitlilik’ istedi. “Nasıl bir sivil anayasa” sorusuna yanıt aranan sempozyumda, ilk dört madde konuşuldu, egemenlik hakkının cumhurbaşkanını da kapsaması önerildi.
Öncelikle, milletin çeşitliliği tanımı doğru değildir. Bu tanım, laiklikle sorunu olan siyasi iktidarın din temelli, uluslaşmamış çoklu kimlikler yaratma arzusudur. Zaten çeşitlilikten millet çıkmaz; millet ortak dil, kültür ve tarihsel birikime dayanır. Bunun yanında anadilde eğitim ve eşit yurttaşlık gibi tanımlar emperyalizmin dayatmalarıdır. Eşit yurttaşlık olarak adlandırılan siyasi görüş, eşitliği yurttaşlar arasında değil, etnik ya da dinsel yapılar arasındaki eşitlik olarak görür. Eşit yurttaşlığın dayanakları çok dillilik, anadilde eğitim, yerel yönetimlere yetki devri, etnik topluluklara hukuksal kimlik kazandıracak girişimlerdir. Bunlar ulusal devleti yok etme girişimleridir.
Anayasa, devletin temel işlevini yerine getirecek organları belirleyen, devletin nasıl yönetileceğine yön veren, kişilerin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan, devlet ile birey ve birey ile birey arasındaki ilişkileri düzenleyen yazılı ve bütünsel bir belgedir. Anayasa, bir devletin yönetim biçimini belirten devletin temel yasasıdır. Eğer yeni bir anayasa yapılacaksa öncelikle 1961 Anayasası temel alınarak, hareket edilmelidir.
14 Mayıs 2023 tarihinde seçilen TBMM üyeleri, beş yıl için yasama yetkisi almıştır. TBMM üyeleri, mevcut anayasaya bağlılık yemini ederek, görevlerine başlamıştır. Bu nedenle mevcut anayasaya bağlılık yemini eden TBMM üyelerinin yeni bir anayasa yapma yetkisi yoktur. Bu durumda TBMM üyelerinin mevcut anayasayı tamamıyla yok sayarak, yeni bir anayasa yapmaya çalışması etik olmadığı gibi açıkça suç olarak değerlendirilmelidir. Anayasa yapmak ile diğer yasaları yapmak, birbirine karıştırılmamalıdır.
Yeni anayasa yapma şartlarını oluşturmak için, öncelikle halkın yeni bir anayasa isteyip istemediği halkoyuna sunulur. Bu halk oylamasında nitelikli bir çoğunlukla evet oyu çıkarsa, barajsız bir seçimle kurucu meclis oluşturulur. Bu kurucu meclisin hazırlayacağı yeni anayasa taslağı, yeniden halkoyuna sunulur. Yeni bir anayasa ancak bu şekilde yapılır. Çünkü anayasalar toplum sözleşmesidir ve ancak kurucu meclislerce yapılması gerekir. Ancak bir kurucu meclisin yapabileceği yeni anayasayı, mevcut kurulu meclise yaptırmaya çalışanlar, tarihin sorumluluğundan kaçamayacaklarını da unutmamalıdırlar. Mevcut anayasayı değiştirmek ile yeni bir anayasa yapmanın farklı olduğunu da bilmeliyiz.
16 Eylül Cumartesi günü İzmir’de Eğitim Sen öncülüğünde düzenlenen Laiklik mitinginde ‘eşit yurttaşlık’ ve ‘anadilde eğitimin’ önünün açılması, Kürtçe'nin ikinci resmi dil olması ve anayasal güvence altına alınmasının istenmesi, eş zamanlı olarak yeni anayasa yapımına destek niteliğindedir.
Bütün bunlar yaşanırken AB raporunun da tam bu arada oylanmasını ve AB raporunda Suriyeliler için Türkiye’ye övgü sunulmasını üst üste koyunca, nasıl bir projeye doğru yol aldığımız tüm açıklığıyla ortaya çıkmaktadır.
Yapılmak istenen ‘sivil anayasa’ ile mevcut anayasamızın ilk dört maddesi hedef alınacaktır. Sivil anayasa diyerek açıkça laik cumhuriyetimizle hesaplaşmak istenmektedir. Bu oyunlara gelmeden önce geçmişi ve bugün yapılanları sorgulayarak, düşünmeliyiz, kararımızı buna göre vermeliyiz.
Azim ve Karar, 18 Eylül 2023.